Lekeli Gezegen
Bir keresinde The Times gazetesindeki bir makalede “Dünyanın sorunu nedir” sorusu sorulmuştu. Bu makaleye verilen yanıtlar arasında, en kısa mektup açık ara en iyisiydi:
“ ‘Dünyanın sorunu nedir’ sorunuza cevaben – Ben. Saygılarımla, G. K. Chesterton.”
Ünlü İngiliz yazarın itirafı, kötülük ve acılar için suçlayacak birini ararken, hiç kimsenin suçlayıcı parmağını Tanrı’ya doğrultacak durumda olmadığı gerçeğini onaylamaktadır.
Kutsal Kitap, Tanrı’nın dünyayı yarattığında, kendi mükemmel doğasını yansıtacak şekilde hiçbir kusuru olmadığını söyler: ‘Tanrı yaptığı her şeyi gördü, her şey çok iyiydi’ (Yaratılış 1:31). Tek bir molekül bile Tanrı’yla ya da yaratılışın başka bir parçasıyla uyumsuz değildi. Bu mükemmel evrene, yaratılışın geri kalanından farklı olarak ‘Tanrı’nın suretinde’ (Yaratılış 1:27) yaratılmış olan insan da dâhildi; bu ifade bize insan hakkında en az üç şey söylemektedir:
-
Yaratıcısıyla ve diğer insanlarla canlı bir ilişki kurabilen kişisel bir varlık olarak yaratılmıştır.
-
Ahlaki bir varlık olarak yaratılmıştır; vicdanı onu doğası gereği doğru ve yanlış arasındaki farkın bilincinde kılar.
-
Sadece düşünebilen, sonuç çıkarabilen ve mantıklı kararlar verebilen değil, özellikle ahlaki seçimler yapabilen rasyonel bir varlık olarak yaratılmıştır. Yaratılışında üzerine ahlaki mükemmellik damgası vurulmuş olsa da, Tanrı’nın emrettiği her şeyi yapmaya programlanmış bir robot değildi. Bunun yerine, Tanrı’ya itaat etme yeteneğine ve ona itaatsizlik etme özgürlüğüne sahipti. Bu mükemmellik durumu, daha önce Tanrı’nın otoritesine karşı isyan etmiş olan Şeytan adlı yaratılmış bir melek ya da ruh, Âdem ve eşi Havva’yı Tanrı’ya inanmamaya ve onun açık talimatlarına itaatsizlik etmeye ikna edene kadar sürdü. Bunu yaptıkları anda, ‘Günah dünyaya girdi’ (Romalılar 5:12) - yıkıcı sonuçlarıyla birlikte:
-
İnsanın Tanrı’yla olan ve kayıtsız şartsız itaate dayanan ilişkisi paramparça oldu. İnsan ruhsal doğasını korudu ama ruhsal yaşamını kaybetti. Bir kişi olarak kaldı ama Yaratıcısıyla olan dinamik birliğini kaybetti.
-
Masumiyetini ve ahlaki özgür iradesini kaybetmiş, doğası tanrısız fikirler, tutumlar ve duygularla kirlenmiştir.
-
Kendi kişiliği harap olmuştu. Özsaygısını kaybetti ve ilk kez suçlu, yabancılaşmış, utanmış, endişeli ve korkmuş olmanın ne demek olduğunu anladı.
-
Kişiler arası ilişkileri şüphe, sahtekârlık, güvensizlik ve kendini haklı çıkarma ihtiyacıyla zehirlenmişti.
-
Bedeni çürümeye, hastalığa ve ölüme maruz kaldı; bunlar insanın orijinal yapısında asla yer almayan şeylerdi.
Yine de bu felaketler, okuyup sonra da bugün konuyla ilgisi olmadığı için omuz silkebileceğimiz eski bir tarihten çok daha fazlasıdır. Âdem insan ırkının temsili başı olarak günah işlemiş ve insanlık bir bütün olduğu için tüm türü kendisiyle birlikte sürüklemiştir: ‘Günah bir insan aracılığıyla, ölüm de günah aracılığıyla dünyaya girdi ve böylece ölüm bütün insanlara geldi, çünkü herkes günah işledi’ (Romalılar 5:12). Bununla bağlantılı olarak, Âdem’in felaketle sonuçlanan günaha düşüşünden sonra ‘kendi benzeyişinde, kendi suretinde’ (Yaratılış 5:3) çocuk sahibi olmaya başlamasıdır.
Bir nehrin kaynağına atılan zehir gibi, Âdem’in kirlenmiş ve ahlaksız doğası da sonraki her nesle miras kalmıştır. Siz ve ben hayata ahlaki bir tarafsızlık içinde değil, kendilerini söz, düşünce ve eylemlerle ifade etmeyi bekleyen günahkâr eğilimler ve arzularla başladık. Kendi deneyimleriniz de bunu doğrulamıyor mu?
Sonsuz iyiliğe, kutsallığa ve gerçeğe sahip bir Tanrı’ya karşı isyan sonsuz derecede kötüdür ve insanın isyanı sonucunda tüm evren yerinden oynamış, yaratılışı ‘doğum sancıları içindeymiş gibi bugüne kadar inler halde’ bırakmıştır (Romalılar 8:22). Tüm güzelliğine rağmen, şu anda gördüğümüz şekliyle dünya orijinal durumunda değildir, günah nedeniyle kökten harap olmuştur. Depremler, yanardağlar, seller, tsunamiler, kasırgalar ve benzerleri, günah dünyaya girmeden önce bilinmiyordu ve neden oldukları acı ve ölüm, nihayetinde insanın Tanrı’yı hor görmesinden, Yaratıcısının yetkisine karşı kibirli ve ben merkezli isyanından kaynaklanmaktadır.
Peki, ama Tanrı neden en başta insana ahlaki özgürlük vererek böylesine bariz bir risk almış olsun? Cevap ne olursa olsun, her şeye gücü yeten bir Tanrı’nın bile insana özgürlüğü verirken bunu akıllıca kullanacağını garanti edemeyeceği açıktır. Hem özgür olup hem de özgür olmayan bir insan çelişkili bir durumdur ve Tanrı bile özgürlüğü aynı anda hem verip hem de alıkoyamaz. Yine de kusursuz bir Tanrı’nın olayları bu şekilde düzenlemiş olamayacağını söylemek çok ileri gitmek olur, çünkü ‘O’nun yolu kusursuzdur’ (Mezmur 18:30).
Tanrı’nın insana ahlaki seçim özgürlüğü vermekle hata ettiğini nasıl kanıtlayabiliriz? Robotlar yaratmak daha mı akıllıca olurdu? Bu tür bir yargıda bulunmak için yeterli miyiz? Bildiği her şeyi bilmediğimiz sürece Tanrı’nın nedenlerini ve amaçlarını nasıl bilebiliriz? Amerikalı yazar Don Carson, How Long, O Lord adlı güzel kitabında, Tanrı’nın çalışma şeklinin ‘bizim onu akıl yoluyla evcilleştirme çabamıza meydan okuduğunu’ yazıyor ve ardından ekliyor: “Mantıksız olduğunu kastetmiyorum; demek istediğim, onu paketinden çıkarıp evcilleştirebilecek kadar bilgimiz yok.” Sonlu, düşmüş yaratıklar olarak, acısı ne olursa olsun gururumuzu bir kenara bırakmalı ve Tanrı’nın yollarının bizim sınırlı ve kusurlu anlayışımızın ötesinde olduğunu kabul etmeliyiz.
Travmatik deneyimler genellikle bu inancı teste tabi tutar - ancak test geçilebilir. The Times’da Dan Cohn-Sherbok tarafından alıntılanan bir Holokost kurtulanı, imha kampında geçirdiği süre boyunca Tanrı’nın eylemini ya da eylemsizliğini bir kez bile sorgulamadığını söylemiştir: “Yaşadığımız felaketi Tanrı ile ilişkilendirmek, onu suçlamak, ona daha az inanmak ya da yardımımıza gelmediği için ona inanmaktan vazgeçmek hiç aklıma gelmedi. Tanrı bize bunu ya da başka bir şeyi borçlu değil. Hayatlarımızı ona borçluyuz. Eğer birisi altı milyon insanın ölümünden onları kurtarmak için bir şekilde bir şeyler yapmadığından dolayı Tanrı’nın sorumlu olduğuna inanıyorsa, düşüncelerini tersine döndürmüş demektir.”